Kurucu Üye, Poliversity & UnLearn Akademi konuşmacımız Dr. Ecmel Ayral, Onedio/Yazio Mirador köşesi için yazdı.
“Öyle oturuyorduk, karşı karşıya. Yeni tanışmıştık. Anlatıyordu. Dünya, memleket, insanlar, çocuklar, her şeyi biliyordu. Ben mi? Benim yaptığıma ancak duymak denir, dinleyemiyordum. Hatta bazen duymuyordum bile, ne yalan söyleyeyim. Çok sıkılmıştım, uykum gelmişti, ayakkabım sıkmaya başlamıştı, gözlerim de yanıyordu hafiften. Kravatımı gevşettim, elim alnıma gitti (bilen bilir, bu “ölüyorum, imdat” işaretidir), sonra çaktırmadan saatime baktım. Lanet olsun, en az bunun iki katı kadar daha kurtulamayacaktım içine düştüğüm iki kişilik zulüm çukurundan. Neyse, sıkılmamın sebebi sürekli dinlemektir belki diye ben de bir laf açayım dedim. Bir iki zırvaladım ama kendi sesimden nefret ettim. Olmuyordu, akmıyordu sohbet. “Ya hu sen nasıl bir adamsın, tüh rezil. Mahalledeki kedi besleme noktasının ne iyi fikir olduğu mudur senin dağarcığındaki en yaratıcı konu başlığı”. E fıkra mı anlatsaydım yani; bu kafayla onu da beceremezdim ya. Başlangıçta karşımdakinden sıkılıyordum, şimdi durum daha beterdi, kendimden sıkılmaya başlamıştım. Allah’ım, kurtulmam lazımdı. Saate baktım yeniden, bu sefer çaktırarak, “oooo amma da olmuş, kalksak mı” aşamasına geçmeyi planlıyordum. O da ne, çaktırmadan bakış başarımın üzerinden daha sadece dört -beş bile değil- dakika geçmişti. Baktığımla kaldım, pokerde elindeki iki yediliyi masaya düşürmüş blöfçü ve sakar bir kumarbaz gibiydim. Buharlaşmak istedim, ışınlanmak, uçmak, bayılmak, ölmek, ambulansla taşınmak, gitmek yani nasıl olursa artık. Beni buraya getiren kendi yazdığım yazgıya söve saya içimden; oturdum. “Bir tane daha” söyledim garsona, söylerken on saniye kazanmıştım, getirince bir on saniye daha, “bravo kardeş, çözüm adamısın be” dedim kendi salak kendime. E tabii kızıyordum kendime ama “bir tane daha” sonra asıl suçluyu buldum: Zaman. Geçmiyordu. Kastı vardı bana. Ben onun öyle uçarak geçtiği zamanları, peşindeki toz bulutuna bakakaldığım zamanları bilmiyor muydum sanki. Biliyordum. O zaman, o zamanlara uçacaktım. Uçtum. Gidecekti; ertesi gün. Sonrası da meçhul. Son bir yemek, her zamanki yer. Gerçi yeni tanışmış sayılırdık, “her zamanki yer” benim her zamanki yerimdi, onunla da toplasan üç kere gelmiştik. Olsun, yer “her zamanki” sıfatını kazanıvermişti, yiyip içtiklerimizin yanında parantez içinde “her zamankinden” yazıyor gibiydi menüde. Kimin daha çok konuştuğunu hatırlamıyorum, laf lafı açıp içinde iki tur atıyor sonra dudaklardan başka bir lafı alıyor, koluna takıp uçuşa geçiyordu. Uçarken zamanı da uçuruyordu kelimeler, bir daha da geri getirmiyorlardı. Uçan zaman zamanındaydık, kaçan zaman zamanındaydık. Sonra; sonra ertesi gün oldu birden. Havaalanı. Son bir kahve. Uçan zamanın yere çakıldığı zaman. Gitsin artık, “bitsin bu sahte zaman” zamanı. En ucuz cep telefonunun kısa mesaj şablonlarında bulunacak klişe cümlelerin zamanı. Geçmeyen zaman zamanındaydık, çöken zaman zamanındaydık…”
Tamamını okumak için; Onedio/Yazio sayfasını ziyaret edebilirsiniz.